Başkent Ankara'da yaşanan korkunç bir olay, hem vatandaşı hem de güvenlik güçlerini derinden sarstı. Bir evin derin dondurucusunda cesedi bulunan bebek, acı bir hikayenin parçası olarak gün yüzüne çıktı. Olayın meydana gelmesinin ardından yapılan araştırmalar sonucunda, bebeğin annesi tespit edildi ve yaşanan vahşete dair kan donduran ifadeler gün ışığına çıktı. Bu olay, Türkiye’nin sosyal yapısını ve aile yapısının ne kadar hassas bir durumda olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi.
Olayın geçtiği adres, Ankara'nın merkezi bir mahallesi. İhbar üzerine eve gelen güvenlik güçleri, derin dondurucuda bir ceset bulunduğunu tespit etti. Olay anında anne evde yoktu. İlk başta polise gelen bilgiler karmaşıktı; bazı komşular anneye dair endişeleri olduğunu, bir süredir evin boş kaldığını belirtti. Kısa sürede annesine ulaşan ekipler, detaylı bir soruşturma başlattı. Yapılan araştırmalar sonucu, 26 yaşındaki Z.A isimli kadının, kayıp olduğu bildirilen bebeğin annesi olduğu belirlendi.
Olayın tetikleyicisi olarak gösterilen Z.A'nın durumu, çevresindeki insanları alarma geçiren bir dizi durumla daha da karmaşık hale geldi. Üç ay önce doğum yaptığı öğrenilen kadın, bebeğini nasıl ve neden bu şekilde terk ettiği konusunda hiçbir açıklama yapmadı. Çevresindekilerin ifadesine göre, Z.A'nın psikolojik durumu oldukça kötüydü. Komşuları, kadının sık sık yalnız kaldığını, ailesiyle de sorunlar yaşadığını, bu nedenle kendisini izole ettiğini belirtti. Z.A’nın akli dengesinin yerinde olup olmadığı sorusunu da beraberinde getirdi.
Olayın hemen ardından, Z.A'nın verdiği ilk ifadeler ise şok edici bir tablo ortaya koydu. Anne, bebeğiyle birlikte dışarı çıkamayacak kadar kötü hissettiğini ve hamilelik sürecinin sonlarına doğru şiddetli bir depresyon geçirdiğini ifade etti. Ancak, bu ifadelerin çoğu soru işareti bıraktı. Z.A, bebeğinin cesedini derin dondurucuya koyduğu yönündeki iddiaları kesin bir dille yalanlamadı, sadece "Ne yapacağımı bilemedim" yanıtını vermekle yetindi. Uzman psikologlar, Z.A’yı izole eden ve ona destek olmayan sosyal çevresinin de sorumlu olduğunu vurguladı. Çocuk Koruma Kanunu’na göre, böyle durumlarda çevrelerin dikkatli olması gerektiğini, benzer vakaların önlenmesi için toplumun daha duyarlı olması gerektiğini belirtti.
Ankara'daki bu olay, Türkiye'de çocuk istismarı ve terk edilmesi vakalarının artmasına dair bir başka korkutucu örnek oldu. Uzmanlar, yaşananların, aile yapısının ne kadar önemli olduğunu, bireysel sorunların ailenin bütünü üzerindeki yıkıcı etkilerini gözler önüne serdiğini belirtiyor. Bu tür olayların önüne geçebilmek için, erken yaşta verilmesi gereken eğitimin yanı sıra, toplumsal farkındalığın artırılması amacıyla çeşitli kampanyaların düzenlenmesi gerektiğini vurguluyor.
Olayın ardından, yerel halk ve çeşitli sivil toplum kuruluşları, çocukların korunması adına harekete geçti. Hızla oluşturulan bir komite, benzer durumların yaşanmaması için gerekli adımların atılması adına görüş alışverişinde bulunmak üzere bir araya geldi. Ayrıca, Z.A. hakkında başlatılan hukuki süreç, kamuoyunun yoğun ilgisini çekti. Özellikle sosyal medyada, bu tür olayların nasıl önlenebileceği üzerine tartışmalar alevlendi. Kaybolan bir bebeğin hikayesinin sosyal platformlarda yankılanması, toplumda ciddi bir empati oluşturdu.
Son olarak, bu tür trajik olayların yaşanmaması için bireylerin yalnız hissetmemesi gerektiği ve toplumsal dayanışmanın ne kadar önemli olduğu bir kez daha gündeme geldi. İnsanların, ruhsal ve psikolojik destek alabilmeleri adına daha açık ve erişilebilir yolların sunulması gerektiği konusunda fikir birliği sağlandı. Bu trajik olay, sadece bir ailenin değil, tüm toplumun sorunu olarak hafızalarda yer edecek gibi görünüyor ve herkesin dikkat çekmesi gereken bir mesele haline geldi.